İyi haftalar! Arada hayat değiştiren bir olay olduğu için blogun akışı başka bir yöne kaydı ama bu konuyla ilgili son kez olarak sizinle bir şey paylaşmak istiyorum. Facebook'ta durumu yazdığımda, konuya ilişkin pek çok yorum geldi. İçlerinden bir tanesi de, çok sevdiğim Styleseeking Zurich blogunun Neslihan'ıydı, benim durumumu ve nasıl hissettiğimi çok güzel özetleyen bir alıntı paylaşmıştı, o yüzden sizin de görmenizi istedim. Buradan ona "Neslihan'cım çok iyi geldi, çok teşekkürler" demek istiyorum. (Metin İngilizce ama kusura bakmayın):
“That is why it is so important to let certain things go. To release them. To cut loose. People need to understand that no one is playing with marked cards; sometimes we win and sometimes we lose. Don't expect to get anything back, don't expect recognition for your efforts, don't expect your genius to be discovered or your love to be understood. Complete the circle. Not out of pride, inability or arrogance, but simply because whatever it is no longer fits in your life. Close the door, change the record, clean the house, get rid of the dust. Stop being who you were and become who you are.” Paulo Coelho, The Zahir
Neyse şimdi Londra notlarımın son bölümüyle hayata ve bloga kaldığımız yerden devam edelim.
Son günümüzde yine sokaklardaydık. Dolaşmaya Soho'dan başladık. Londra çok kozmopolit bir yer ama heralde en iyi örnek Soho. Değişik tatlar denemeye meraklıysanız, dünyanın farklı lezzetlerini orada bulabilirsiniz. Kore, İspanyol,
Lübnan, Japon,Tayland, Peru.. ben sayayım, siz beğenin hepsi orada.
Çin Mahallesi de, değişik bir kültürle kaynaşmanın bir diğer yolu. Çin'in doğal tedavi yöntemleri, filmlerde gördüğümüz vitrininde sıra sıra ördeklerin asılı olduğu restoranlar ve Çince tabelalarla sanki başka bir ülkedesiniz. Çin mahallesindeki dim sum restoranları bir dahaki sefere denenecek!
Öğle yemeği için bu sefer başka planlarımız var. Erkek arkadaşımın internetten bulduğu Pitt Cue Co 'yu bulmaya çalışıyoruz. 1. seferde kendi halindeki bu küçük restoranı teğet geçiyoruz, 2. de tam isabet. Garson 20 dk beklememiz gerektiğini söylüyor, biralarımızı alıp dışarda bulunan 4 masasından birine kuruluyoruz. Muhabbete devam, hava ılık. Aslında dışarda da yemek yiyebilirdik ama ben aşağıyı merak ettiğim için beklemeye devam ediyoruz. Sıra bize geliyor, dar merdivenlerden aşağı iniyoruz. Aşağısı biraz loş, aynı anda taş çatlasa 15 kişinin yemek yiyebileceği büyüklükte ve herkesle yanyaya oturuyorsunuz başka seçeneğiniz yok. Menu kısıtlı en fazla her şeyle beraber toplam 10 adet yemek var. Paylaşmak üzere bir başlangıç ve ana yemek siparişimi sevgilime söyleyip, ellerimi yıkamaya wcye gidiyorum, burası restorana göre daha ferah :). Neyse bir geliyorum saat 13:30'da masada
beni bekleyen manzara böyle.
Kendimi tutamadım diyor benimki, garson saydıkça denemek istedim. Ne zaman yeniliklere hayır demişim ki diyerek, shotları soruyorum. Bulanık olan tatlımsı bir turşu suyu, berrak olansa burbon. Önce burbonu ardından, turşu suyunu yuvarlıyorsunuz, hmm hiç fena değil. İçki nemüsündeki seçimler, barbekü ile uyumu sebebiyle oradalar. Bu sırada başlangıç yemeğimiz tavuk kalçası geliyor, lezzetli ancak benim için çok acı olduğundan 1 parça ile yetiniyorum. Restoran hiç boş kalmıyor, devamlı giden gelen var ve kimse turist değil. Yerel insanların gittiği yerlere gitmek, her zaman daha fazla keyif veriyor ama bu şekilde bir yerin İstanbul'da şansı olur muydu diye düşünmeden edemiyorum, bence durumu zor olurdu. Whisky Sour'umdan bir yudum alıyorum, sanırım şimdiye kadar içtiklerimin en iyisi ve yemekler geliyor.
Anlaşılacağı üzere burası aman ben bir salata yiyeyimciler için değil, tamamen etoburlar için bir cennet. Metal tabaklarda gelen rustik sunumlu yemeklerin görünümü kadar, kendileri de lezzetli.
Londra'daki son yemeğimizden memnun ve cakırkeyif olarak atıyoruz kendimizi sokaklara. Carnaby Street, Regent Street, Oxford Street, yürüyoruz ve gülüyoruz. Bu postu bitirmeden, beğendiğim ancak sizlerle paylaşmayı atladığım bazı mağazaları da beğeninize sunuyorum. Mesela Peakaboo Vintage,parçaların her biri ayrı güzel ama pahalı, değer mi değer, Oxford Circus'taki Topshop'ta da bölümleri var. Mesela BlackOut2 geniş vintage ürün yelpazesiyle bana 2 parçayla mağazadan ayrılma imkanı veriyor, fiyatlar genelde uygun. Bir diğeri yine Covent Garden Endell Street'teki Coco de Mer, bir şey almasanız bile gidin görün, fantazi dünyanızı gıdıklayacak her şey orada. Son olarak da Regent Street'teki Antropologie'ye gidin, bir sürü şeyi eve götüremeyeceğinizi bilseniz de kıyafetlerden sonra dekorasyon bölümüne bir bakın.
Hala gezemediğim yerleri, dolaşmadığım sokakları ve sergileri, denemediğim restoranları ile Londra'ya ayırabileceğimiz zamanımız doluyor ve İstanbul'a dönmeden bir daha gitmenin planlarını yapıyoruz. Hep farklı bir şey sunmayı başaran bu şehir, yine sizi çağırıyor ve asla sıkılmadığınız için tekrar tekrar gitmek istiyorsunuz.
Londra notlarım bu kadar, kısa İskoçya seyahati de daha sonra yine burada olacak.